Hikayelerimin başka
hikayelere benzemesi ağırıma gidiyordu. Ne zaman bir şeye el atsam, Müzeyyen,
Meksikalı ya da bilmem nereli bir yazarın ya da kitabın adını veriyor ve
oralarda da benzer şeyler olduğunu söylüyordu. Her şey benden önce olmuşsa,
bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu? Bana ait tek kişilik bir iskemle,
oda yok muydu bu dünyada?
Her yerde adını duyup merak ettiğim bir kitabı
yakın bir arkadaşım nasıl yorumlayacağımı merak ettiği için bana ödünç verdi. Üstelik
onun adı da kitaptaki kadınla aynı: Müzeyyen. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir
Tutku, 58 sayfadan oluşan, içinde yer yer kitabın ruhuna uygun resimler bulunan
incecik bir kitap. Genelde bu kadar kısa olan kitapları bir oturuşta
bitirebilme özelliğine sahibimdir. Ancak akıcı olmayan bu gibi kitaplarda bunu
başaramıyorum. Okurken ruhumun bunaldığını çok net bir şekilde hissettim. Aslında
kitabın da bunalımlı bir atmosferi olduğunu düşünürsek bu bir başarı
sayılabilir. Ama kim bir kitabı okurken
sıkılıp, bunalmak ister ki... Adını bilmediğimiz bir adamın ağzından Müzeyyen’e
olan aşkı bana oldukça hastalıklı geldi. İçinde hayata dair tam on ikiden vuran
gözlemlerin olması hoşuma gitse de bu gözlemler anlam veremediğim içsel yolculuklarla
kesişti. Ana karakterin Müzeyyen gittikten sonra dağılmasına yine anlam
veremedim. Çünkü Müzeyyen varken de aynı bunalımlı ruh haliyle ortalıkta ‘aylak
aylak’ geziyordu. Varlığının önemi yoksa yokluğunun ne önemi var ki? O zaman
neden Müzeyyen? Hiç derdi yokken kendi kendine dert icat eden, durduk yere kendine
bir sigara yakma bahanesi bulan karakterleri sevmiyorum, sevemiyorum.
Fakat Müzeyyen Bu
Derin Bir Tutku’nun, çok fazla arabeske bağlayan bir kitap olduğunu
düşünüyorum. Derdi olmayanı gereksiz yere dertlendirecek kadar bunalımlı bir
atmosfer kitaba ev sahipliği yapıyor. Üstelik kitabın neredeyse tamamında erkek
karakterin iç düşüncelerine yer verilmiş. Diyalogların çok az olması okumayı
güçleştiren başka bir detaydı. Üzülerek söylüyorum ki birkaç paragrafları adam
akıllı okumadan bile geçtim. Çünkü paragrafın başından sonuna kadar çok fazla
virgül kullanılmıştı. Dolayısıyla bir paragraftan oluşan ağdalı cümle kafamda
anlam kazanamadı. Yazar hikayenin içinde bolca Orhan Gencebay, Müslüm Gürses
güzellemelerine de yer vermiş. Bu kısımları sevmesem de Sadri Alışık’lı
kısımları sevdiğimi söyleyebilirim. Bunun gibi birkaç kısımda hoşuma gitti. Aslında
ben ağdalı dilde yazılan kitapları severim ama bu kitapta bana farklı olma
çabası gibi geldi.
Neden bu kadar çok
sevildiğini hatta üstüne bir de filmi çekildiğini anlayamıyorum. Şu an bu
satırları yazarken kitap bana bakıp adeta “Beğenmezsen beğenme, çok da umurum
da sen ne anlarsın?” diyecek gibi duruyor. Ancak bu da benim umurumda değil.
Hatta garip bir şekilde beğenmemekten zevk aldım. Çünkü o kadar uzun zamandır
sevdiğim kitaplar okudum ki kendi kuyruğumu kovalıyormuş gibi hissediyordum.
Ayrıca insanın sevmediği bir şeyi neden sevmediğini anlatması çok daha kolay
oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder